Üçüncü Gün için buradan
İskilip'in seyir terasında İskilip
Dolması'nı -bi güzel- götürdükten, yanında da
adet olduğu üzre, Şehriye Çorbası, Sirke Salatası
(sirkeli cacık) ve Un Helvası'nı yuvarladıktan sonra, çaylarımızı
dahi yudumladık..
Artık -ne yazık ki- ayrılma zamanı
da gelip çatmıştı..
İstanbul uçağına binmek üzere
Çorum'dan Ankara'ya otobüsle yollanmadan önce, bizi
en iyi şekilde ağırlamak için üç gün
boyunca adeta çırpınan ev sahiplerimizle -teşekkürle
karışık- vedalaştık..
Ne şartlarda olursa olsun, her veda
hüzün içerdiğinden, midevi açıdan elbette
pek mutlu, ama kalbi yönden gayet buruk bir biçimde yola
revan olduk..
Gayet rahat bir otobüs yolculuğuyla Ankara'ya vardık belki ama, İstanbul uçağımızın kalkışına daha çok zaman vardı.. ki ben diyeyim sekiz, siz deyin on saat!.
Rötarla birlikte iyice uzayan bu süreyi tam olarak hatırlamıyorum; sanırım o geceyi unutmak için kendimi şartlandırma işini iyi becermiş olmalıyım..
Keşke ama keşke, o otobüs bizi
direkt İstanbul'a götüreydi..
Esenboğa'da, adeta birer 'Saatlerce
Oturan Boğa'ya döndüğümüz bu durum, üç
günlük bu etkinliğin tek hayâl kırıklığı, hatta
yeniden hatırlamaktan bile kaçındığım kâbusu
oluyordu..
O değil de, daha otobüsteyken
gördüğüm o 'gerçek'
kâbus, yoksa bu yakın geleceği mi işaret ediyordu..
Bu hususta pek emin değilim, ancak
kesinlikle emin olduğum bir şey varsa, o da bol miktarda mideye
indirdiğim İskilip Dolması'nın, fazlasıyla etkisi altındaydım..
Kâbus da resmen karabasandı
yani..
Ölmüş ve Sırat Köprüsü'nün
başına -yorgun argın- gelmiştim..
Bir dudağı yerde, öteki dudağı
gökte, konuşurken ağzı şapırdayan korkunç bir Zebani
-Deli Dumrul misali- köprünün başını tutmuş, bana
geçemiyeceğimi söylüyordu..
Ben de bu allahın delisine derdimi
anlatmaya çalışıyordum: “Arkadaşım, bu Galata Köprüsü
değil ki Sırat Köprüsü..
Daha hiç denemeden, geçemiyeceğimi nereden biliyorsun?.
Cennet'i artık garantilediğimi
anlamış, iyice gevşemiştim..
Daha hiç denemeden, geçemiyeceğimi nereden biliyorsun?.
Hem, en azından bir kez olsun geçmeyi
denemek, herkese verilmiş bir hak değil mi?”
Bir nevi Gulyabani görünümlü
Zebani, bunun üzerine, kendisinden hiç de beklenmeyecek
bir akıllılık ve nezaketle beni yanıtladı: “Bilader sen yanlış
anladın..
Geçemezsin derken, başaramazsın
anlamında değil, deneyemezsin anlamındaydı..
Hakkın baki ve o hakkını da
kullanacaksın; amma, şimdi değil..
Çünkü üç
gündür -çok afedersin ama- ayı gibi yedin, içtin..
Bu nedenle, Yalakyayla-Akpınar
parkurunu bir kez daha yürümen şart görünüyor.”
Haydaa.. Hoppala paşam, malkara keşan!
Artık nasıl bir beladan kopup
gelmişsem şu Sırat Köprüsü'nün başına, zaten
burnumdan soluyorum..
Değil on kilometre yürümek, ayakta duracak kadar bile halim yok..
Değil on kilometre yürümek, ayakta duracak kadar bile halim yok..
Bir Zebani'ye baktım, bir de önümde
uzanan, kıldan ince, kılıçtan keskin Sırat'a ve verdim
kendi kendime gazı: “Koş Numan koş, bu yaratık deliyse, sen
ondan da delisin, KOŞ!”
Öyle bi fırladım ki köprüye
doğru, orada olsaydı eğer Usain Bolt bile gerimde kalırdı..
Bir hamlede Sırat'ın diğer ucuna
vardığımda, 'öteki' dünyalar güzeli beş adet
Huri'nin, gülümseyerek beni karşıladığını gördüm..
Etrafımı neşeyle saran, 'bir içim
su' niteliğindeki kızlara tamamen kendimi teslim etmiştim ki, beni
hep birlikte tutarak kolayca havaya kaldırıverdiler..
Havada ve kendi eksenim etrafında şöyle bir tur attırdıktan sonra da, altta fokur fokur kaynayan, zift
kıvamındaki sıvıya fırlatıp attılar..
Ter içinde uyandım..
Ter içinde uyandım..