Anladığımız kadarıyla- önce,
dünyayı ayakta tutan ekonomik sistem çökmüş,
sonra da demokrasileriyle övünen bütün ülkeler
-on yıl içinde- tam anlamıyla anarşiye teslim olmuşlardır..
Öykümüzün geçtiği
'mekân' olan Avustralya'nın kırsalındaki durum -etkisi pek
hissedilmeyen askeri bir idareye rağmen- bundan farklı değildir..
Yasaların geçerli olmadığı,
ölümün kol gezdiği, 'insan hayatı' değerinin
yerlerde süründüğü, ilk sözü de, son
sözü de silahların söylediği, daha büyük
silahlının, daha güçlünün ya da daha hızlının
-bir süre daha- hayatta kalabildiği, berbat bir dünya..
Herkes, diğerleri açısından
bir potansiyel suçludur..
Malını kaptırmamak, canını
kaybetmemek için uyanık olmaktan başka çare yoktur..
En azından güvenebileceği
birileriyle sırt sırta vererek hayatta kalmaya çalışmak,
bu alemde tek geçerli taktiktir..
Çalışacak iş de kalmamıştır
burada..
Bölgedeki bir madenden falan
bahsedilir ama, nedir ne değildir, o da belli değildir..
Adam öldürmenin -değil hesabını sormak- hesabının bile tutulmadığı bu dünyada, hırsızlığın, soygunun lafı mı olur?.
Parasız, pulsuz ve çulsuzun,
karnını doyurmak için tek geçim kaynağıdır
soygun..
İşte, gençten bir adam olan
Rey (Robert Pattinson) ile ağbisi Henry'nin (Scoot McNairy)
'kaveden' iki-üç arkadaşıyla birlikte oluşturdukları
çete de bu yolun yolcusudur..
Ancak son çıktıkları 'yolda'
işler sarpa sarmış; Rey oğlan, ağır bir biçimde
yaralanmıştır..
Ağbi ve çete arkadaşları
-ister istemez- onu oracıkta ve kanlar içinde bırakarak
kaçmışlar; kaçarken de, Eric (Guy Pearce) denen bir
belaya çatmışlardır..
Siz bana bakmayın, Eric'in öyle
belalı bi tarafı falan yoktur aslında..
Can havliyle kaçmakta olan
'Henry Çetesi', bu sırada yaptıklarıyla resmen kaşınmıştır.. o ne yapsın..
İlk bakışta, kendi halinde bir adam
izlenimi veren Eric -başına ne geldiyse artık- bir mekânda
kukumav kuşu gibi düşünüp durduğu sırada, bizim
çete de mekânın önünden geçmektedir..
Yalnız biraz tuhaf bir geçiştir
bu; az önce kaza yapmış pikap, ters dönmüş
vaziyette yani tekerlekleri havada kaymaktadır yolda..
Arabadan çıkan, hafiften
yıpranmış çete üyeleri, vasıta değiştirmeye karar
verirler ve Eric ağbimizin park halindeki arabasına el koyarak,
hızla vınlarlar..
Bu duruma gösterdiği tepkiden,
arabasını her şeyden, hatta canından bile çok sevdiğine
tanık olduğumuz Eric, çetenin terk ettiği pikabı
kullanarak, son hızla ve son hırsla onların peşine öylesine
bi düşer ki onu çıktığı bu yoldan çevirebilecek
babayiğidi ben etrafta göremiyorum..
Bi ara öndekilerin izini kaybeden
Eric'in, çetenin kaderine terk ettiği yaralı eleman Rey ile
karşılaşması, sevgili arabasına kavuşma şansını yeniden
arttırır..
Hem böylelikle orta yaşlı
kahramanımız, çıktığı bu maceralı yolculukta kendisine,
gençten bir 'yoldaş' da bulmuş gibidir..
Zekâsında hafif durgunluk,
konuşmasında da tutukluk tespit ettiğimiz, 'Suç çetesi'
kavramına tamamen zıt karakterde, 'masum ruhlu' bir oğlan olan
Rey ile hedefine kitlenmiş vaziyette hareket eden, alabildiğine
sert ve kızgın Eric'in, sonu muamma bu yolculuğu için
buyrun sinemalara..
Kardeş
Kardeşi Vururcasına Hazin ve Umutsuz
Suç işlemeyi adeta bir gelenek
gibi benimsemiş bir ailenin -yediden yetmişe- tüm fertlerine
ve onlarla yakından 'ilgilenen' polislere sert ve de acımasız bir
bakışla yaklaşan Animal Kingdom (2010) gibi bir şaheserle
tanıştığım senarist-yönetmen David Michôd, 'çarpıcı
final' geleneğini sürdürdüğü The Rover'la
yine mükemmel bir iş çıkarmış..
Yaşanmış o kıyametin ne olduğu,
neden olduğu ya da etki alanı hakkında bize bilgi vermeyi gerek
görmez film..
İyi ki de öyle yapar ve
minimalist özelliğini, kısıtlı gücünü
bölmeden, konsantre olur meselesine..
Direkt olarak, böylesine olumsuz bir
etkiye, ülkenin ücra bir yerinde yaşayan, daha doğrusu
yaşamaya çalışan küçük insanların
göstereceği tepkiye odaklanır..
Film Avustralya'nın, toza ve kire
bulanmış çölümsü kırsalında anlatır, küçük
öyküsünü..
Yaşanan büyük felaketin
izlerini görmemiz de sadece orasıyla sınırlıdır; büyük
şehirlerin akıbetini, ülkenin ya da dünyanın genel
halini falan hep zihnimizde canlandırmak zorunda kalırız..
İletişimin tamamen koptuğu, insanlar
arasındaki tek geçerli dilin şiddet olduğu bu ortamın
tozuna toprağına barutun dumanı, bedenin kanı karışmaz mı,
karışır elbet..
Unutmayalım ki, kaybedecek bir şeyi
kalmayan birilerinin ödemeye hazır olduğu bedel, şaşırtıcı
büyüklükte olabilir..
Gerçek bir kâbusu andıran,
bir nevi post-apokaliptik atmosferini, olağanüstü
görüntülerle peliküle kazıyan film, bu -lanet
olası- zamanın ruhunu, kullandığı -oldukça özgün-
ses ve müzik seçkisiyle daha da güçlendirerek,
tam anlamıyla duyumsamamızı sağlar..
Guy Pearce'in 'inanılmaz' diye
nitelendirilebilecek oyunculuğuna, adeta bir başka 'frekans'tan
yanıt veren Robert Pattinson'ın performansı, işte bu meşum
atmosferi ete kemiğe büründüren en önemli unsur
oluyor..
Yalnız dikkat!. Pattinson'dan ziyade
Edward Cullen hayranı olan kızlarımıza göre değil bu yapım;
zira, o yakışıklı adamı böyle bir filmde, hem de böylesine
bir rolde görmek, onlara hiç de iyi gelmeyecektir..
Benden söylemesi..
Her film yazısında bu denli teknik
ayrıntıya girmem; lâkin, tüm sessizliğine karşın,
resmen haykıran fotograflar elde etmiş görüntü
yönetmeni Bayan Natasha Braier'e de ayrıca saygılarımı
sunuyorum..
Her geçen dakika daha da
güçlenen, gözümüzde daha da büyüyen
film, finalde patlattığı harika bir sürprizle de adeta
'Yüksek Kalite' damgasını kendi böğrüne basarak
nihayete eriyor..
Bu öyle bir sürpriz ki önce
bi gülümsetiyor insanı istemsizce, sevginin gücünü
anımsatıyor sonra, bir umut ışığı parlayıp sönüyor
sanki ve hemen akabinde de kimsesizliğin, çaresizliğin,
sevgisizliğin ve -en beteri de- umutsuzluğun karanlığı çöküyor
üzerimize..
Ve ardından.. kıraç toprağa
inen ilk kürek darbesiyle kararan perdeye eşlik ediyor ruhumuz; çaresiziz alabildiğine!.
The Rover / Takip
Yönetmen: David Michôd
Senaryo: David Michôd, Joel
Edgerton (story)
Oyuncular: Guy Pearce, Robert
Pattinson, Scoot McNairy
Yapım: 2014, ABD - Avustralya, 103'
9 /10