22.2.14

İzlediğim Kadarıyla "!f İstanbul 2014"


Şu -neredeyse kırk yıllık- ömrüm boyunca neler başlayıp neler bitmedi ki..
İşte şimdi de !f İstanbul 2014 yarınki gösterimlerle birlikte sona eriyor..

İki sinema salonunda daha yapılmasına karşın, benim izleme mekânlarım Fitaş Sineması'nın iki salonu oldu..

İzlediğim toplam 12 filmden sadece dördüne ev sahipliği yapan Fitaş 1'den gayet memnun kaldığımı söyleyeyim; ancak, diğerlerinin mekanı olan ve gıyabında kendisine Türkiye'nin en 'Klostrofobik Sinema Salonu' unvanını verdiğim Fitaş 4'ü ise ne siz sorun, ne ben söyleyeyim..

Evet, film izleme skorumun oldukça düşük olduğunun farkındayım..

Ancak filmleri her gün kıta değiştirmek suretiyle izleyebildiğim gerçeğini de zikretmeliyim..

Hem benim bu festivaldeki hedefim, 'Tüm Zamanların En Çok Film İzleyen Eleştirmeni' olduğuna neredeyse emin olduğum sayın Kerem Akça'nın skorunun onda birine ulaşmaktı ki bunu da başardım gibi sanki..

İşte o filmlerden bir demet:




İstanbul Hayali

Sizi Aron Angel ile tanıştırmamıza izin verin. Ondan duyacaklarınız İstanbul'a bakarken kulağımıza küpe olmalı.
Türkiye’nin ilk şehir planlamacısı Aron Angel, İstanbul’u büyük bir müze olarak hayal ediyordu ve her köşesine paha biçilemez bir parçaymış gibi davranıyordu.

Önce İstanbul’un Cumhuriyet döneminde bir kent olarak tasarlanması sırasında Henri Prost’un ekibinde yer alır, sonra onun yerine İstanbul Nazım Plan Bürosu başdanışmanlığına getirilir. Ta ki, bugünkü Gezi Parkı’nın içine bir otel yapılması söz konusu olduğunda “şahsi menfaatlerin revaçta olduğu bir müessesede çalışmaktan utanç duyuyorum,” diyerek istifasını sunana kadar.

“Yeşillik bir alana tek bir çivi bile çaktırmam,” der Aron Angel ve yine bu yüzdendir ki, İstanbulluların parkına, yaşam alanlarına, ‘kent hakkı’na sermayeyi dokundurmadığı için adı “Bay Engel”e çıkar.

İstanbul Hayali, Aron Beyefendi’nin hatıralarındaki İstanbul’un bugünkü AVM’ler diyarı haline gelişinin panoraması.

Yönetmen: PERİHAN BAYRAKTAR
Görüntü Yönetmeni: METİN AVDAÇ, THOMAS BALKENHOL, ERCAN ERDEMİR, EMRE ERKMEN
Kurgu: THOMAS BALKENHOL
Türkiye - 2013 - 98' - Siyah Beyaz ve Renkli - HD - Türkçe


mümkünmertebe notu ::

Gerçek bir İstanbul beyefendisi olan Angel'le ilgili kısa görüntüleri destekler mahiyetteki, İlhan Tekeli, Cana Bilsel, Tarık Şengül gibi işin uzmanlarının görüşleriyle ilerleyen 'mütevazı' belgesel -başta 'görüntü kalitesi' olmak üzre- teknik açıdan epeyi sorunlu; ancak içeriği ve yüklendiği misyon sebebiyle de çok kıymetli..

Geçtiğimiz yaz yaşadığımız o güzelim 'direniş günleri'nde Taksim Parkı'nda yapılan gösterim görüntülerinin, belgesele sonradan eklenmiş olduğunu da belirteyim..

Sonuna kadar direnmesine karşın Gezi Parkı'nın ortasına dikilecek heyulanın (Hilton) yapımına engel olamayınca (Evet, aslında o bölge de gezi parkıdır ve daha ilerdeki Maçka Parkı'yla birleşir) Nazım Plan Bürosu'ndan istifa etme onurluluğunu gösteren bu kahramana 'Taksim Gezi Parkı'nın İlk Direnişçisi' unvanı verilmeli; hatta, parka heykeli dikilmelidir..

O değil de, bu güzel insan daha sonra, daha da merkezi bir yere adeta doğa'nın mezar taşı gibi dikilen Ceylan Intercontinental'i gördüğünde ne hissetmiştir acaba?.

 /10






Neposlusni / Haylaz

Sırbistan'dan gençlik isyanı ve ruh ikizliği üzerine yenilikçi bir film.
Leni ve Lazar, 20’li yaşlarının ortalarında, hayatlarına daha yön verememiş iki eski arkadaştır.
Leni hafif depresiftir ve yaz mevsimini babasının eczanesinde çalışarak geçirecektir. Lazar 3 sene yurtdışında kaldıktan sonra kasabaya geri dönmüştür.

Bir cenazede karşılaşan iki gencin aralarında bir kıvılcım çakar ve bisikletlerine atlayıp 10 günlük bir gezintiye çıkarlar.
Bir yandan çok iyi anlaşıyorlardır, ama diğer yandan ilişkilerinin adını koymazlar. 
Arkadaşlık ve aşk, çocukluk ve yetişkinlik arasındaki buğulu bölgede gezinen Leni ve Lazar daha ne kadar böyle devam edebileceklerdir?

Dünya prömiyerini Sundance Film Festivali’nde yapan Sırbistan filmi Haylaz, hikâye yerine anlara, tatlara ve hislere odaklanırken, yer yer bir müzik klibini, yer yer bir performansı, yer yer de Terrence Malick filmlerini andırıyor.

Mina Djukic’in bu ilk filmi, gençlik isyanı, masumiyet ve özgürlüğe yaklaşımıyla da Çek Yeni Dalgası ve eski Yugoslav sinemasından izler taşıyor.


mümkünmertebe notu ::

Kendilerine 'ruh ikizi' diyebileceğimiz denli ortak karakterlere sahip; ikisi de birbirinden 'yabani', birbirinden 'değişik', dolayısıyla da toplumu ve kurallarını hiç iplemeyen, davranışları epey sorunlu bir oğlanla bir kızın 'ortak' yaşantıları üzerine..

Mesele şu: Özgür olmayı 'sorumsuz' ve 'dengesiz' olmakla karıştırmış gibi görünen bu tuhaf ikilimizin ilişkilerinden nasıl ya da ne kadar bir 'uyum' beklenebilir?.

Yönetmen, yarattığı karakterlerin özelliklerini filminin karakteri haline getirmede oldukça başarılı..
Hatta öyle ki, 'belirsizlik' filmin adeta ruhu haline gelmiş..

İyi hoş da ablacım, yırtık dondan çıkarcasına öykünün orasından burasından kafa uzatıp sözde 'anlatıcılık' yapan o 'gıcık' herifi filmine niçin sokarsın ki!.

Neposlusni, Bana pek hüzünlü gelen finalini ve ikiliye sonradan eşlik eden küçük oyuncusunu özellikle beğendiğim ve 'fark yaratma' çabasını değerli bulduğum bir 'küçük' film..

6   /10 





El Vals de los Inútiles / İşe Yaramazların Valsi


Şili'de devletin eğitim politikalarına karşı ayaklanan halk Başkanlık Sarayı'nın etrafında 1800 saatlik bir maraton koşmaya karar verir.
2011’de Şili’de hükümetin eğitim politikalarına karşı bir protesto düzenlenir. Hükümet özel okulları desteklerken, halkın bir kısmı devletin eğitime el atması gerektiğini, aksi takdirde fırsat eşitsizliğinin daha da artacağını düşünmektedir.
Bunun üzerine başkent Santiago’daki Başkanlık Sarayı etrafında 1800 saatlik bir maraton düzenlenir.
Genci ve yaşlısı, 1800 saat boyunca dönüşümlü olarak sarayın etrafında koşacaklardır.

İşe Yaramazların Valsi bu maratona dahil olan iki farklı bireyi takip ediyor. 
Biri, okuduğu liseyi arkadaşlarıyla beraber işgal eden bir öğrenci, diğeri ise Pinochet zamanında işkence görmüş eski bir muhalif (şimdi ise bir tenis öğretmeni). 
Bu iki bireyin gündelik hayat pratikleri üzerinden toplumsal değişimin imkânını araştıran belgesel, Şili’nin dününe, bugününe ve yarınına ışık tutuyor.

Şili, Arjantin - 2013 - 80' - Renkli - DCP - İspanyolca


mümkünmertebe notu ::

Kendi kendine iddia ettiği gibi hiçbi yere öyle ışık mışık tuttuğu yok bu filmin..

İlk bakışta ya da henüz başlarken seyirciye vadettiklerini yerine getiremeyen yapım, 'Protesto Maratonu', 'Lise İşgali' ve 'Pinochet Mağduru' gibi ilginç doneleri de resmen harcıyor..

Tıpkı Tayyip'in bizim direnişçilerimize lâyık gördüğü 'Çapulcular' sıfatının bir benzerini -belli ki- Şili hükumeti kendi protestocularına yakıştırmış: 'İşe Yaramazlar'.

'Kötü' anlamda- oldukça 'amatör' bir iş olan filmden aklımda kalan ilginç tek taraf da zaten bu benzerlik oldu..

O değil de film beni öylesine hayal kırıklığına uğrattı ki hemen ondan sonra gösterilecek -bileti de cebimde hazır- bir 'Taksim Gezi Direnişi' belgeseli olan, "Ben Bir Slogan Buldum: Annem Benim Yanımda"yı izlemeye bile takat bulamadım ya.. İşte ben ona yanarım!.

3   /10


 



Come Worry with Us! / Gel Bizimle Dertlen!


Kanadalı ünlü post-rock grubu Thee Silver Mt. Zion Memorial Orchestra (eskiden A Silver Mt. Zion olarak da bilinirlerdi) numara yapmaz; sınırsız ve samimidir.
Belki tam da böyle oldukları için, kıyısında kalmayı seçtikleri müzik piyasasının içinde 15 senedir bir şekilde kendilerini var etmeyi başarmışlardır.
Fakat grubun evcil çifti Efrim ve Jessica’nın ekmek teknelerine bir de çocuk eklenince, durum karmaşıklaşır.
Bir yanda çiftin idealleri, diğer yanda da artan masraflar vardır.
Efrim ek gelir için diğer grubu Godspeed You! Black Emperor’ı turneye çağırırken, Jessica da evde kalarak oğluna annelik yapar.
Yavaş yavaş kendilerini toplumsal cinsiyetin tanımladığı rollerin içinde bulan çift, bir yandan iyi bir anne-baba olup, diğer yandan hem birbirlerine hem de başkalarına karşı adil olabilecekler midir?
Sanatlarını icra etmeye devam edip prensiplerinden ödün vermeden hayatlarını kazanabilecekler midir?

Gel Bizimle Dertlen! ideallerle hayatın gerektirdiklerinin her zaman birbiriyle örtüşmediği o gerilimli bölgede olağanüstü incelikle dolaşan birkaç güzel insan hakkında, kaçırılmaması gereken bir belgesel.


mümkünmertebe notu ::

Tanıtım yazısından da anlayacağınız üzre, klâsik mahiyette -konser görüntülerinden falan oluşan- bir müzik ya da müzisyen belgeseli değil bu..

Popülerlikten tamamen uzak bir müzik ve hayat anlayışları sebebiyle, geçim gailesiyle haşır neşir olan müzisyen ikilimizin -hem çocuk sahibi bir aile, hem de sanatçı oluşlarından kaynaklanan- sorunlarına, son derece 'samimi' bir bakış..

İnternet'in albüm satışlarını bitirmesi -grubun politik/etik yaklaşımı icabı- konser biletlerine zam yapmaması, hatta devlet desteğini dahi reddetmesi, yaptıkları işin olmazsa olmazı turnelerde -bir bebeğin de kadroya katılması sonucu- daha da artan masrafların bütçeyi zorlaması, olayın 'ekonomik' sıkıntısıdır..

Taze anne Jessica'nın, kendisi için hava kadar elzem gördüğü müzik yapma tutkusunu sınırlamaya başlayan, hatta onu 'son derece özgür düşünceli ancak bebeği olan evli kadın' sendromuna sürüklemeye başlayan 'annelik' gerçeği de, sorunun 'psiko-sosyolojik' yüzüdür..

Evet.. Orası Kanada'dır; ama oradaki hükumetin de derdi halkın demokratik haklarını mümkün olduğu kadar kısmaktır..
Ve bunun sonucu tıpkı bizdekine benzeyecek; halkın zorbalara karşı olan 'evrensel direniş'i tencere-tava çalarak, yollara dökülerek orada da yükselecektir..

Filmin tek 'problemi', Thee Silver Mt. Zion Memorial Orchestra'nın doyumsuz müziğini -derdi bu olmadığı için elbette- doyacak yoğunlukta dinleyememiz oldu..
Tabii ki bunun da çaresi var..
Buyrun son albümlerinin tamamı işte burada..

Bu linki vermem yanlış gibi görülebilir; ama onlar -gelinen bu noktada- albümlerinden artık para kazanamayacaklarının bilincindedirler..

Ama sizden ricam, lütfen onların konserlerine gidelim, hatta bizzat sattıkları o gayet kaliteli tişörtlerinden de alalım.. 
ki bu güzel insanlara bizim de bi katkımız olsun..

 /10





Tim's Vermeer / Tim'in Vermeer'i


Hiç beklemediğiniz kadar eğlenceli bir sanat dedektifliği hikâyesi.
Tim Jenison post-prodüksiyon ve grafik alanındaki bilgisayar programlarıyla tanınan bir mucit. 
Garip hobiler edinmek için hem zamanı hem de tutkusu var.
Hobilerinin en sonuncusu belki de en tuhaf olanı: Hollandalı büyük ressam Johannes Vermeer. 
David Hockney ve Philip Steadman’ın Vermeer hakkındaki kitaplarını okuması, Tim’i, Vermeer’in resimlerini optik bir alet yardımıyla yaptığına iyiden iyiye ikna eder.
Hattâ, hemen garajında basit bir mercek ve ayna düzeneği kurup, ilk denemelere de başlar. 
Hayatında hiç resim yapmamış olan Tim, bu aleti kullanarak Vermeer’in ‘Müzik Dersi’ isimli tablosunun tıpatıp aynısını yapabilecek midir gerçekten?

Tim’in yakın arkadaşları olan Penn ve Teller’in her daim komik ve eğlenceli müdahaleleriyle, Tim’in bu inanılmaz eğlenceli, icat etme tutkusunun hiç eksik olmadığı, ilham verici hikâyesini adeta bir sanat dedektifliği öyküsü gibi izliyoruz.


mümkünmertebe notu ::

Asla geçim derdi yaşamayacak bir zenginliğe sahip, hatta fazlasıyla konforlu bir yaşam standartı olan akıllı, aşırı meraklı, esprili ve en önemlisi başladığı işi bitirmeden durmayan, çalışkan ve de tutkulu bir adamın son macerası..

Bu sanatsal ve bilimsel araştırmanın, beklentimin dışında bir sonuca varması özümde bariz bir hayalkırıklığı yaşattıysa da, filmin iddiasız ama optimist, kahramanımızın ise iddialı ama sempatik hallerine ilgisiz kalmam olanaksızdı..

Meraklısı dışında- aslında o kadar da ilginç ve çekici olmayan bir mevzuyu son derece heyecanlı ve de eğlenceli bir biçimde filme aktaran yönetmen Teller'i kutlamak gerek..

7,5  /10






A Spell To Ward Off The Darkness / Karanlığı Savuşturmak İçin Bir Büyü


Kuzey topraklarında aşkınlığı bulmak üzere çıkılmış ruhani bir yolculuk.
Karanlığı Savuşturmak İçin Bir Büyü, pagan temsillerinden komün denemelerine, black metal festivallerinden kutuplardaki münzevilere, Kuzey Işıkları’ndan her daim mucizevi anlara uzanan ruhsal bir yolculuk.

Giderek sekülerleşen Batı yaşam biçimindeki spiritüelliğin, ütopyanın olanaklılığına dair de bir soruşturma aynı zamanda.

Sanatçı/yönetmenler Ben Russell ve Ben Rivers bu ilk birlikteliklerinde seyircinin deneyimiyle tamamlanacak, kendilerinin “katılımcı etnografi” olarak adlandırdığı, kalıplara sokulamayacak bir iş ortaya çıkarıyorlar.

Karanlığı Savuşturmak İçin Bir Büyü, profesyonel olmayan aktörlerin performanslarının İskandinav manzarası eşliğinde bir koreografi gibi kaydedildiği; geçmiş, gelecek ve şimdinin iç içe geçtiği anları yakalamaya çalışan bir ritüel gibi.
Karanlıktan aydınlığa geçişteki deneyimimiz, yaklaşmakta olan ütopyanın genel provası değil midir?


mümkünmertebe notu ::

Bizzat yönetmeninin deyişiyle- seküler bir spiritüelliğin denemesini yapmaya çalışan film, kameranın sabit bir açıyla çektiği, çoğunlukla -anlamsız bir seçicilikle tespit edilmiş- doğa manzaralarından ibaret aşırı uzun süreli görüntüleriyle -seyircisinin sabrını test etmenin dışında- pek de başarılı olamıyor..

Neyse ki son bölümü oluşturan ve bir Black Metal grubunun bir barda verdiği, oldukça etkileyici -bir ritüel misali- konser performansıyla o hedeflenen 'tinsellik' de az çok yakalanmış oluyor..

5.5  /10