18.6.09

Nord :: "Bay Alkol" Jomar'ı Takdimimdir


Etrafta ya da yazılarımda tek başıma bir 'anti klişe timi' gibi dolaştığıma bakmayın siz; sinema yazarı büyüklerimizin (Yaş olarak değil tabii.) kullandıkları -mevsimine uygun- bazı kalıpları pek sever, ilk fırsatta kullanabilmek için de can atarım..
İşte günün fırsatı, işte bu da günün 'kafadan' klişesi:
“Yaz günlerinin şu cehennemi sıcaklarından bunalanlar, biraz olsun serinlemek üzre, sizi baştan sona kar ve buz içinde geçen bu filmi izlemeye davet ediyorum.”

Bay Alkol Jomar

Kar'ın ve onun üzerinde mecburen yapılan bir spor olarak kayağın, değişmez bir manzara ya da ‘masaüstü resmi’ gibi asılı durduğu Nordik ülkelerinden Norveç'in, bir kayak merkezinin çalışanıdır Jomar Henriksen (Anders Baasmo Christiansen).

Genç adamın, hem çalışıp, hem de barındığı bu tesisteki hali bu günlerde hiç de iyi değildir: Bir hadise sonrası ağır bir depresyona girdiği anlaşılan Jomar, dış dünyayla iletişimini en alt seviyeden otomatiğe almış; bırakın çalışmayı, yataktan dahi çıkmak istemeyerek, 'bunalım' bir vaziyette günlerini eritmektedir..

En yakın dostları, alkol ve sigara olan; filmin kahramanı olmaktan bile her an vazgeçebilecek bir tavır içindeki adamımızın kapısını bir gün bir adam çalar..




Jomar, bir zamanlar yakın arkadaşı olan ve ruhsal durumu bozulunca ayrılmak zorunda kaldığı kız arkadaşını da anında kaptığı anlaşılan bu 'fırsatçı' adamdan, yıllar önce, o kız arkadaşından doğma bir çocuğunun varolduğu haberini aldığında, biraz kıpırdanmaya başlar gibi olacaktır..

Bi ara, tedavi olduğu hastaneye yeniden sığınmayı düşünürse de doktorunun ona tavsiyesi, hastane değil, dışarıdaki yaşam olur..

Yeniden yaşantısına, yani -o kendini boğan- lojmanına geri döndüğünde, bir kaza sonucu çıkan yangın (Bilinçaltının, o 'görünmeyen' müdahalesini de göz ardı etmemek gerek.), Jomar‘ın kararını vermesine yardımcı olacaktır..
Söndürmekten bir anda vazgeçtiği, barındığı yerdeki bu yangın, adeta kaslarını hareket ettirmeye; yıllar boyunca donup kalmış kalbindeki buzları da eritmeye başlamış gibidir..




Hem derdine derman olmak, hem unutmak için, hem de ilaçlarını yutmak için kullandığı alkol olayında, 'şişeden plastik bidona' terfi etmiş olan Jomar, başta alkol bidonu olmak üzre, bazı lüzumlu eşyalarını yüklediği kar motosikletine atlar; geride kalan her şeyi yok eden yangını arkasında bırakarak, kuzeye doğru yol alır..

Bana sorarsanız eğer (Çünkü adam bizi pek bilgilendirmez.), varmak istediği hedef, kafasında çok da belirgin değildir: Bir oğlunun olduğu haberi onu yüreklendirmiş de olsa, -o herifin de terk ettiği- eski sevgilisiyle yeniden biraraya gelmek için kendini pek hazır hissetmemektedir..

Öte yandan, dağ başındaki o yerde tıkılıp kalmanın da artık onun için, genç yaşında mezara girmiş olmaktan bir farkı yoktur.. Bir çıkış yolu bulmanın zamanı gelmiştir..

Küçücük de olsa bir umut ışığı, Jomar'ın geri dönüş gemilerini yakmasını, kabuğunu kırmasını sağlar ve şüpheyle titreyen o ışığı kerteriz alarak, kendini, nelerle karşılaşacağını asla bilemeyeceği zorlu bir yolculuğa umarsızca fırlatır..




Durmak Yok Yola Devam

Bir yol gibi akıp giden film şeritlerinin oluşturduğu sinema sanatına, belki de bu yüzden pek yakışan bir türdür, yol filmleri..
Elbette Hollywood etkisiyle- yol filmi dendiğinde akla hemen, bitmek bilmeyen asfalttan mamul yollar ve onların kenarında yerlerini almış, -tekin olmaktan uzak- moteller gelir.. Ve kahramanların bu yol/film boyunca yaşayacakları güzellikler ya da tehlikelerle dolu maceralar..

Nord'un, yolların görünmez olduğu kar ve buzdan ibaret uçsuz bucaksız dünyasında ise, kahramanımız, altındaki 'kayan taşıt'la kendi yolunu kendi açarak gitmekte; fakat, yaşadığı maceralar en az ötekiler kadar da ilginç olmaktadır..

Yolculuğu boyunca tek duyduğu korku ‘alkolsüz kalmak’ olan Jomar’ı bu beyaz yolda bulan, bir kaçına değinmek istediğim ‘tuhaflığından sual olunmaz’ olayların birinde, adamımız, uzun süreyle karda gitmenin sonucu olarak, kar körlüğüne yakalanır.. Bunun tedavisi için, hasta bir kaç gün süreyle, gözleri kapatılmış olarak karanlıkta beklemelidir..

Durmak zorunda kaldığı yerde tesadüfen karşılaştığı, büyükanne ve on dört yaşlarında bir kızın yaşadığı ev, ona bu imkanı sağlayacaktır..
Çevrelerinde başka hiç bir evin bulunmadığı, 'insana hasret' bu ev sahiplerinden yaşlı kadın, haliyle, adamdan şüphelenir; ancak, ergenliğin ayrıca kanını kaynattığı, yalnızlıktan bunalmış torununun ısrarlarına karşı koyamayınca da bu tanrı misafirini evlerinde ağırlarlar..




İçimin fesatlığından kaynaklanmadığına eminim; ama böylesi durumlarda -normal olarak- heyecanla beklemeye alıştırıldığımız hiç bir şey, bu film boyunca gerçekleşmeyeceği gibi, bu sekansta da aksi mümkün olmayacak; alkolik adamdan her an beklenen sapıklığın hiç bir emaresi görülmeyeceği gibi, ikili arasında -o da kızın yoğun çabasıyla- ancak 'masumane' bir arkadaşlık kurulabilecektir..

Tek kötü (!) alışkanlığı alkol olan, bazı refleksleri körelmişçesine bir ‘soğukluk hali’ görünse de, içinde kötülüğün zerresi bile bulunmadığı yavaş yavaş anlaşılan Jomar'ın, arkasında hüzünlü bir kız çocuğu bırakarak, yeniden düştüğü yolun bir yerinde, taşıtı bozulur..
Bu kez karşısına -tamirden de anlayan- genç bir adam ve evi çıkmıştır..

Yeni tanıştığı kahramanımıza sürekli 'homo' olmadığını ve onlara son derece de düşman olduğunu tekrarlayıp durduğundan, en belirgin özelliğinin 'homofobiklik' olduğu gözlenen bu gencin -tuhaf bi şekilde- gey olma ihtimali fark edilmektedir..

Çocuğun tuhaflığı sadece bununla da sınırlı değildir.. Bizzat, Jomar'ın da üstünde tatbik ettiği: 'Kafanın bir bölümü tıraş edildikten ve zımparalandıktan sonra alkol emdirilmiş tamponları bu bölgeye yapıştırmak suretiyle sarhoş olma' tekniği, filmin en absürt ve unutulmaz sahnelerinden biridir..

Geylik’ten falan bahsettik ama korkmayınız!.
Burada da, 'sinemalarımızda görmek istemediğimiz türden bir olay' gerçekleşmeyecek; akabinde, önüne resmen tank birlikleri dahi çıksa, Jomar: "Durmak yok, yola devam" diyecektir..

Yolculuğun ve filmin en çarpıcı anını oluşturan; kahramanımızın, yaşlı bir adamın çadırına konuk olduğu bölümün sonundaki ‘akıllara ziyan’ sahne için ise ne desem az olur; başta da dediğim gibi, en iyisi siz bu filmi görün.. Sırf bu sahne için bile, buna değer..




Az Yaşa Uz Yaşa Akıbet Gelir Başa

Yönetmen Rune Denstad Langlo'nun çektiği ilk uzun metrajlı film olan Nord / Kuzey, Kuzey Avrupa Sineması'nın -bize oldukça 'yabancı' gelebilecek- kendine has mizah duygusunun buram buram hissedildiği haliyle, başka bir Norveç filmi olan, yönetmen Bent Hamer'in -burada bir türlü vizyon imkanı bulamayan- O'Horten'ini aklıma düşürdü..

O film, tren makinistliğinden emekli 'yaşlı' O'Horten 'in, öylesine dolaştığı şehir içindeki tek başınalığını ve 'kaçınılmaz' akıbetini, orada kendisiyle buluşan tuhaf kişiler ve de olaylarla anlatır; bu film ise, hayattan emekli olmak üzereyken kendini uçsuz bucaksız buzdan yollara vuran 'genç' Jomar'ın, yolu üzerindeki, aynı yalnızlığı yaşayan insanlarla her buluşup ayrıldığında, onlarda ve kendinde kalanlar ve de 'belirsiz' akıbeti üzerinedir..

Senaryosu Erlend Loe'ye ait olan Nord, "Antidepresif bir yol hikayesi" olan sloganına uygun bir rahatlıkta ve atmosferde akıp giden; türü, 'resmen' öyle nitelendirilse de, nedense komedi demeye bir türlü dilimin varmadığı, mizahi yönü çok sağlam, tuhaflığıyla ise zirveye oynayan, başarılı bir dram..

4  /5


(İş bu yazı Tersninja.com'da yayınlanmıştır)