9.4.09

Hayat Var :: Varolmanın soluksuz hali


Biraz dikkat göstermeniz halinde, mahallenizde olmasa da yaşadığınız kentin sokaklarında her an karşılaşabileceğiniz, fukara bir kız çocuğudur Hayat..
Anne ve babası ayrılmış; bir başkasıyla evli ve ondan da bir çocuk sahibi annesinin -zaten hiç mevcut olmamış gibi görünen ancak bir bebeğin süte olan ihtiyacı kadar gerekli- ilgisinden uzak; kızıyla ilişki düzeyi kolaylıkla tahmin edilebilecek, 'normal' bir Türk babayla yaşayan, bir kız çocuğudur da Hayat..

Ayrıca Hayat (Elit İşcan), Göksu Deresi'nin İstanbul Boğazı'na döküldüğü yerin hemen kenarına kondurulmuş bir kulübenin rutin işleriyle ilgilenirken okuluna devam etmeye çalışan; aynı evdeki, nefes almak için çarşafları paralayan bir yatalak dedenin bakımıyla da ilgilenen; üstüne üstlük şu sıralar, tam da çocukluktan ergenliğe geçiş aşamasında bocalayıp duran, kendisiyle, 'gıyabında' tanıştığımız bir kız çocuğudur da..



Resmen balıkçı olduğu iddia edilen, oysa akşamları, kızartma yapılıp yenmek üzere eve getirdiği bir-iki kilo balık dışında bu meslekle bir ilgisini göremediğimiz Baba (Erdal Beşikcioğlu); sabahları, kızını kayığıyla okula bıraktıktan sonra, sürekli Boğaz'dan geçip duran her ebattan gemilere, küçük çaplı da olsa uyuşturucu-viski takası falan yapan; demirli gemilere yanaşıp, kadına acıkmış denizcilere fahişe servisi sunan ya da bu elin adamlarını evine getirerek içkili alemler düzenleyen; yani, yasa dışılığı kendine alışkanlık edinmiş ve belli ki istikbali, bugününden de karanlık bir adamdır..

Eski İstanbullu ve sırf bu 'İstanbullu' özelliğinden dolayı da böylesine ailecek süründüklerinden emin, yatağa bağımlı olmasının yanısıra, Astım hastalığı yüzünden oksijen tüpsüz yaşayamayacak hale gelmiş, ancak bu durumda bile rakıdan ve sigaradan (Evet hem de sigara!) vazgeçmeyen, yine de herkesten ve her şeyden haberli ve de herkese, her şeye karşı, aksi bir ihtiyar olan Dede (Levend Yılmaz) bir yandan; geçim derdine pisliğe bulanmış bir baba ile kendini ondan sıyırırken, pırlanta misali kızını bu pislikte unutmuş bir anne öte yandan; "tavşanım tavşanım" diyerek peşinde koşuşturan tuhaf komşu teyze, günlük tacizlerini bi ara çok daha ileri götüren sapık Bakkal Amca, onu sürekli itip kakan okul arkadaşları, öğretmeni, müdürü ve benzerleri de hep bir yandan Hayat'ın üstüne üstüne gelirler ki hiç ama hiç de dayanılası bir durum değildir bu sayın seyirciler..

Bütün bu 'kabusvari' hayatın içindeyken -kendini koruyacak bir mekanizma olarak geliştirdiği anlaşılan- adeta inlemeyi ya da bir nevi melodik mantra’yı andıran mırıldanmalarıyla, dış dünyaya kendini mümkün olduğu kadar kapatan Hayat'ı biraz olsun rahatlatan hususlar da yok değildir elbette: Gördüğü şiddeti yansıtabileceği tek canlı olarak, rastladığı her yerde acımasızca tekmeleyerek içini rahatlattığı, zavallı bir baba hindi; ona sevgiyle yaklaşan, yanlarındayken kendisini bir genç kız gibi hissettiren, babasının sermayeleri olan kadınlar; babasının hediyesi, İngilizce konuşup şarkı söyleyen ve sonunda da 'ay lav yu' diyen bir kırmızı bebek; filmin sonunda, önemi daha güçlü vurgulanacağı üzre, okul yolundaki bir atölyede çalışan, kızımıza olan ilgisini gizlemeyen, güzel sesiyle arabesk şarkıların hakkını verdiği gibi, ‘İstanbullu’ olmadığından kelli istikbalinin parlak olabilme ihtimali de büyük olan, bir çırak oğlan..




Ölmeye yatan Yıldız'ın Hayat'a uyanışı

Çektikleri her yeni filmle Türk Sineması'nın çağdaş yapısını başarıyla inşa eden, hepi topu sayıları beşi geçmeyen favori yönetmenlerimden biri olan Reha Erdem, yine yapacağını yapmış, öncekilerden yine oldukça farklı amma, yine, "ben bir Reha Erdem filmiyim" damgalı bir üslubun hüküm sürdüğü, mükemmel olduğu kadar da, kariyerinin şimdiye kadar ki en sert yapıtını ortaya koymuş..

Bir önceki filmi Beş Vakit'te yaşadıkları her tecrübe sonrası 'ölmeye yatırdığı' köy çocuklarından biri olan Yıldız'ı canlandıran Elit İşcan’ı yine yanına alıp, adını da Hayat koyup -artık çocukluğunu geride bırakmakta olan bir kız olarak- bu kez İstanbul'un ortasında ve boğazın kıyısında arayıp da bulduğu, farklı bir kırsalın ortasına bırakıvermiş..

Uğradığı haksızlıklara karşın, sessizliğini ya da eylemsizliğini koruyarak, bir-iki kişi dışında, çevresindeki hemen herkesin -o veya bu şekildeki- istismarına maruz kalmayı da sabırla göğüsleyen Hayat, gururundan asla taviz vermeden ve kendini acındırmayı aklından bile geçirmeden, bir açıdan kaderine razı görünürken, diğer yandan da, sanki bir çıkışın varlığını kollamaktadır..
Bu cümleden olarak- Hayat, kendini koruduğuna inandığı kabuğundan her çıkmaya niyetlendiğinde çarptığı, gittikçe zorlaşan ve sertleşen, 'boyun eğdirici' bir hayatın gerçekleri karşısında küçük kalmayı arzularken; öte yandan, -kanına karışan ve gün geçtikçe yoğunluğu artan- hormonlarının bastıran iç güdüsüyle de, bir an evvel büyümedikçe, hatta isyan etmedikçe, kendini boğmakta olan bu kısır döngüyü kıramayacak olmanın bilincine de vakıftır..

My Only Sunshine ya da Sound of Silence

Filmin İngilizce adı olan ‘My Only Sunshine' şarkısını, sinirimi tepeme çıkartırcasına sürekli söylemesinin ardından, Hayat'a, yabancı dilde de olsa "Seni seviyorum" cümlesini bir karşılık beklemeden söyleyen tek kişinin/şeyin bir oyuncak bebek olduğu gerçeği, içimi iyice karartırken; yönetmenimizin, Korkuyorum Anne filmindeki, nefes almanın konu edildiği sahnenin bende yarattığı nefes alıp-verme tepkisinin bir benzerini, aynen bu filmde, önce Dede'yi oksijensiz bırakan nöbetlerde, sonra da, ara ara ona eşlik eden Baba ve Hayat'ın nefes nefese hallerinde yaşadım ki, handiyse soluksuz kalacaktım..




Tüm filmlerinde olduğu gibi Hayat Var'ın da senarist ve yönetmenliğini tek başına üstlenen Erdem'e itirazım yine aynı konuya: Korkuyorum Anne'de doğrusu özümü pek rahatsız eden, burada o kadar değilse de, yine de “olmasaymış daha iyi olurmuş" dedirten; büyük bir çoğunluk tarafından da, bu filmin en beğenilen özelliği olarak gösterilen; müzik ve ses tasarımına..

Bu filme yakıştığı konusunda hemfikir olduğumu söyleyebilirim; ancak, özellikle böylesi 'minimalist' olarak nitelendirilebilecek filmlerde, bilhassa yalınlığı bozucu etkisi nedeniyle, müziğin varlığı konusunda, öteden beri yaptığım, naçizane itirazlarımı burada da sürdürmeye kararlıyım..

Hayat Var'ın mükemmel görüntüsel anlatımıyla, sadece gözleri kamaştırmakla yetinmeyen; adeta bir ses bombardımanı halindeki müziğiyle ve özellikle de doğal ve de yapay ses tasarımıyla, seyircisi üzerinde, kulaklar vasıtasıyla da derin bir iz bırakma iddiasındaki Reha Erdem’in -benim dememle falan- geri adım atacak hali yok elbette.. Ama bir gün birileri, varlığından emin olduğum, ‘sessizliğin sesinin’ eşi bulunmaz gücüne, Reha Bey'i de belki inandırabilir deyu hayal ediyorum..

9   /10


(İş bu yazı Tersninja.com'da yayınlanmıştır)