26.3.09

Man On Wire :: Yükseklerin Efendisi


7 Ağustos 1974 günü sabah saat yedi sularında, şimdi yerinde yeller esmekte olan New York şehrinin İkiz Kuleler’ine, yani Dünya Ticaret Merkezi'nin en tepesine bakanlar, elinde tuttuğu uzun bir sırıkla, iki gökdelen arasına gerilmiş -yerden fark edilmesi çok zor- bir ip üzerinde rahatça dengede duran, yürüyen hatta sırt üstü yatan siyahlar giyinmiş bir adamı görürler..

Zamanla sayıları artan, hayretler içinde kalmış bu insanlar, -o an farkında olmasalar da- Philippe Petit adlı yirmi beş yaşındaki bir Fransız delikanlısının yıllardır süren, 'bir hayali gerçek kılma' çalışmasında ulaştığı başarılı sonucun 'tarihi' tanığıdırlar..

1949 doğumlu olup, 1968 yılından itibaren de Paris sokaklarında pandomim, jonglörlük, sihirbazlık ve ip cambazlığı yapmakta olan Philippe, o günlerden bir gün, dişçi muayenehanesinde sıra beklerken, henüz yapım aşamasında olan İkiz Kuleler’in maket resmini bir gazetede gördüğü anda, dişinin ağrısını unutur..

Zira genç çocuk, o resimde, sürekli çalışıp ilerlettiği ip cambazlığı sanatının istikbaldeki zirvesini görmüş ve o günden sonra da yıllar boyunca kendisini, o iki gökdelen arasına gerili bir telin üzerinde hayal etmiştir..




Yerinde duramayan bu heyecanlı bünye, ilk kez o resimle tanışmış olduğu, hayatının en önemli hedefine kilitlenecek; -tüm bu kıpır kıpırlığına karşın- adeta bir meditasyon konsantrasyonu gösterdiği 'ip üstü' çalışmalarına daha da hız verecektir..

Başta kız arkadaşı Annie olmak üzere, ona inanan ve yapacaklarına 'imkansız' ön yargısıyla yaklaşmayan arkadaşları ve de işler ilerledikçe kadroya dahil olan diğer işbirlikçiler, olasılığı gerçekten de yerlerde sürünen bu 'inanılmaz' yolda, Philippe'in hep yanında yer alırlar..
Handiyse, mükemmel bir banka soygunu planlayıp da gerçekleştirme aşamasındaki bir çeteyi andıran bu grup, sonradan 'Yüzyılın Sanatsal Suçu' olarak adlandırılacak, görkemli eylemleri için çalışmalarını yoğunlaştırırlar..

Sirklerde gördüğümüz ip cambazlarının aksine, düşme ihtimaline karşı hiçbir önlem almayan, 'tehlikeli' sözcüğünü bile komik bir hale dönüştüren 'korkunç' eylemlerini mecburen hep izinsiz ve gizlice yapmak zorunda olan Petit, ilk büyük tel üstünde yürüyüşünü Paris'te, Notre Dame Katedrali'nin iki kulesi arasında gerçekleştirir..




İkinci ve çok daha büyük 'havada yürüyüş suçunu' bu kez yurt dışında, Avustralya'nın Sidney kentindeki ünlü Harbor Köprüsü'nün bir ayağının tepesinde işler..

Bu gittikçe yükselen ve uluslararası hale gelen illegal başarı grafiği, Philippe ve arkadaşlarını daha da cesaretlendirecek, nihai hedef, bu gelişmelerden sonra biraz daha ulaşılabilir hale gelecektir..

Bu arada çete mensupları, yapımı henüz tamamlanmamış, çalışmaların hâlâ devam ettiği İkiz Kuleler’e defalarca gider; ya sahte kimliklerle görevli kılığında ya da bir şekilde gizlice binaya girerek, çatıda incelemelerde bulunurlar..
Bir defasında da, kendilerine bir Fransız mimarlık dergisinin elemanları süsü vererek, resmi izinle, bir yandan işçilerle ‘sözde röportaj’ yaparlar, bir yandan da gözlemlerini sürdürürler..
Hatta bir ara, helikopter kiralayarak, kulelerin üstten ve ayrıntılı fotoğraflarını çekerler; ki yürüyüş telini gerecekleri bölgeyi ve onu sabitleyecek diğer yardımcı bağlantıların yerlerini falan, böylece saptamaya çalışırlar..




Kendisine bu şekilde türlü yollarla yaklaştıkça, imkansızlığı da o oranda büyüyen hedef, 'dava' içinde bazı tereddütlere ve moral bozukluklarına neden olsa da; özellikle 'reis' Philippe Petit'nin yıkılmaz azmi, işleri yeniden rayına sokar..
Hayali ve ön çalışmaları yıllar, New York’taki son çalışmaları da sekiz ay kadar süren rüya artık gerçekleşmek üzeredir; bütün 'eylemciler' ve gerekli malzemeler, iki ayrı kulenin çatısında yerlerini almışlardır..
Kulelerin sallanma oranının ve o denli yükseklikteki rüzgarın gücünün hesaplanması da dahil, tüm ölçümlere uygun olarak, iki gökdelen arasına yürüyüş teli gerilmiş ve bu ana teli dengede tutacak diğer yardımcı unsurlar da -geceden gün ağarıncaya kadar- olağanüstü zor şartlarda ve de olağanüstü bir çalışmayla hazır hale getirilmiştir..

Her şey hazır olduğunda, siyah giysileriyle bir gölgeyi andıran Philippe, yeni bir sabaha daha hazırlanan New Yorkluların en taze gururu olan İkiz Kuleler arasında ve dört yüz küsur metre yukarıdaki çelikten bir ipin üstünde, yaklaşık bir saat sürecek olan muhteşem gösterisine başlar..




Her belgesel filmi sıkıcı sanma

2008 yılı yapımı Man On Wire öncesinde de başka belgeselleri bulunan; ancak kendisiyle, çarpıcılığı ve rahatsız ediciliğiyle gayet başarılı bir film olarak değerlendirdiğim, 2005 yılı yapımı The King adlı dramasıyla tanıştığım, İngiliz yönetmen James Marsh, Philippe Petit ve arkadaşlarının bu gerçek macerasını, Petit’nin To Reach The Clouds kitabını kaynak alarak ve doğrusu, bir belgeselden pek de beklenmeyecek bir dinamizmle anlatmış..

Teldeki Adam'da belgeselciliğin klasik izlerini süren Marsh, tarihte gerçekleşmiş bir olayın geride bıraktığı görsel malzemelerden yararlanmanın yanısıra, asla yama gibi durmayan yeniden canlandırmalar ve o günün kahramanlarıyla yapılan -samimi ve de çarpıcı- yeni söyleşilerle de filmini zenginleştirmiş..
Nasıl sonuçlanacağını -doğal olarak- bildiğimiz bir olayı, belgesel olmanın malum soğukluğunu seyirciye hiç yansıtmadan, belli bir heyecan dozuyla izletmeyi başaran Yönetmen, kurduğu dramatik yapıyla, olaya, neredeyse psikolojik yönü de ağır basan bir gerilim tavrıyla yaklaşmış ki, mevcut başarının oluşmasında bu anlayışın etkisinin büyük olduğunu eklemeliyim..




Bu arada filmi izlerken, Petit'nin, hayatını feda edercesine yapmak istediklerini, aslında birazcık, boş ve anlamsız hatta şımarıkça bulduğumu da söylemek isterim..
Yaşamı dahil- çok şeyleri, otoriteye olan ironik ama 'amaçsız' bir muhalefetle riske atmasının arkasında neyin yattığını tam olarak anlamakta -seyirci olarak- zorlansam da, bu "Neden?" sorusuna, onun da verebileceği herhangi bir yanıtın olmadığını, filmin sonunda görmekteyiz..

Bana olduğu gibi, bütün bu, olup bitenlere illaki bir anlam yükleme hevesi, ara ara anlatılanlardan kopmaya neden olabiliyorsa da -yine aynen bana olduğu gibi- filmin, kişiyi hemen içine çeken tuhaf büyüsü, etkisini göstermekte gecikmiyor..
Bu büyünün kaynağını, -hiç olmazsa- hayallerinin peşinde koşan Philippe Petit ve arkadaşlarının, yapaylıktan uzak, samimi hallerinde ve de aradan geçen otuz beş yıla rağmen, hiç eksilmemiş o 'çocukça' heyecanlarında buldum..




Hedefe ulaşılmış olmanın verdiği rehavetin yanısıra, Amerikan halkının ve dünyanın gözünde ‘süper kahraman’ mertebesi sunan bir şöhretin baş döndürücülüğüyle egosu bir hayli şişmiş Petit'nin, o güne dek kendisine yoldaşlık eden dava arkadaşlarıyla olan ilişkilerindeki -ibretle şahit olduğumuz- bozulmaların, finalde, ‘ince’ bir şekilde yansıtılması, filmimizin ayrı bir güzelliğiydi..

2009 Oscar'ında En İyi Belgesel Film ödülünü kazanan; -üstünüze afiyet- mevcut yükseklik korkumun, kendisinden aldığım heyecanı daha da arttırdığını düşündüğüm Man On Wire, tüm süresi boyunca, -artık hayatta olmayan- İkiz Kuleler’in ayrıntılı görüntüleriyle, aklımıza hep Amerika'nın o meşhur ve meşum 9/11 olayını ve de sonuçlarını getiriyor..




Sonuç olarak, belgesel filmlerle aranız nasıl bilemiyorum ama eğer, 'belgesel film eşittir sıkıcı film' formülüne gönülden inanmış o büyük çoğunluktan biriyseniz, size kötü bir haberim var: Man On Wire / Teldeki Adam, bu değiştirilemez sandığınız formülü kökten alt-üst etmek üzre, sinemalara (Pardon sinemaya) gelmiş bulunmaktadır..

Şöyle de söyleyebilirim: Üşenmedim, ölçtüm, biçtim, hesap ettim ve bu belgeselin, şu an vizyonda bulunan tüm filmlerin yüzde doksan üçünden -hem de her açıdan- daha iyi olduğuna karar verdim..
Naçizane tavsiyem, hayalini gerçek kılmanın peşini asla bırakmayan bu inanılmaz adamı seyredin; tabii, gösterildiği bir sinema salonu bulabilirseniz..


/10


(İş bu yazı Tersninja.com'da yayınlanmıştır)