19.7.08

Yelken Kokusu yahut Bir Deniz Masalı


Bu da yelkenli!.
Başka bir sitemin de içinde yer aldığı Azbuz com oluşumunun fotograf işlerinden sorumlu birimi ‘Foto Azbuz’ düzenli olarak gerçekleştirdiği yarışmalardan birinde bendenizin 'naçizane' bir çalışmasını da ikinciliğe layık görmüşlerdi, sağ olsunlar..

Bu derecenin ödülü olarak bir adet "Yelken Kokusu" kazanınca pek mutlu oldum elbette..
Kısa bir araştırma neticesinde bunun -sandığım gibi- bir parfüm markası olmadığını anlamış, daha bi meraklanmıştım..
Meğer, Kalamış'taki İstanbul Sailing Academy de bir nevi yelkencilikle tanışma eğitimiymiş bu..

Heyecanlanmıştım, çünkü, yelken ya da denizcilik, benim hep yapmak isteyip de gerek maddi, gerek manevi (Tembellik de diyebilirsiniz.) nedenlerle başlamaya bir türlü fırsat bulamadığım bir spordu..

Yelkene "spor" derken, izninizle bunu iyice vurgulamak istiyorum.. “Neden?.” derseniz, benim bu hususta şüphem vardı, yaşadım ve ikna oldum.. Eğer sizin de şüpheniz varsa, anlatacaklarım belki sizi de ikna edebilir..


Deniz Beni Çağırıyor

Geçen hafta bu Akademi'den beni aradılar ve müsait olduğum bir zamanda eğitim için beklediklerini bildirdiler.. 

İşsiz, güçsüz adama müsait zaman sorulur mu?. Hiç işte!.

Gene de pek hevesli görünmemeye, kendimi ağırdan satmaya karar verdim ve hemen değil de iki gün sonra aradım: "Yarın geleyim." dedim.. 

Ancak hava pek müsait değilmiş: "Rüzgar olmadığından 'yelken basma' imkanınız da pek olamaz, isterseniz öylesine -motora kuvvet- denizde dolaşarak eğitiminizi görürsünüz.." dediler..

Ben de sanki bu işlerden anlarmışım gibi: "Yok olmaz.. Ben yelken basmadan duramam ki." gibisinden bi şeyler geveleyip: "Haftaya ararım." dedim..


Neyse efendim, uzatmayayım (Ne mümkün!.), sonunda, Akademi'den Özden hanımla çarşamba günü saat 11-13 arasını kararlaştırdık..

O gün geldiğinde, aslında, her zamanki yürüyüş güzergahım üzerinde konuşlanmış olan İstanbul Sailing Academy'ye vardım.. Burada gayet iyi karşılandım ve yelken eğitmenime teslim edildim..

Gerekli ‘kıyafetsel’ hazırlıklarımızı yapıp, elimizde can yeleklerimiz Alp hocayla birlikte dışarı çıkıp marinaya doğru yürüdük..
6 metrelik eğitim teknemiz, arkadaşlarıyla yan yana dizilmiş, sabırsızlıkla bizi bekliyor gibiydi..



İlk yapılacak işlemler hakkında -kısaca- bilgi alıp, tekneye adımımı attım.. 

Bu insanlık için hiçbir değeri olmayan ama benim için gayet önemli bir adımdı..

Kapalı durumda olan yelkenleri açarak sefere ilk hazırlıkları yaptık.. 

Bu arada Hocam, her yönüyle teknenin ve buradaki çeşitli parçaların tanıtımını yapıyordu.. 
O ufacık teknede seyiri sağlayacak o kadar çok parça, ip, halat vardı ki şaşırmamak mümkün değildi..
Ayrıca her parçanın, yelkenin, direklerin, iplerin ya da sefer sırasında gerçekleştirilecek her hareketin kendine has -çoğunu ilk kez duyduğum- adları da vardı..

Alp Hoca (Sportmen yapılı, saygılı, gerekli gereksiz her sorumu yanıtlamaya çalışan -gerçekten- iyi biriydi o.. Bu arada kendim diye söylemiyorum, ben de, ilgili, fazlasıyla meraklı, mükemmel bir öğrenciyimdir.. Pardon yani.), hepsini güzel güzel anlatsa da, benim aklımda ancak bunların yüzde onu kadarı kalmıştı maalesef..

İlk görevim olan, tekneyi karaya bağlayan halat sistemine takılı kilidi (Bunun da başka bir adı vardır muhakkak.) açıp tekneyi serbest bırakmayı -biraz aceleden biraz da heyecandan- sol orta parmağımın ucunun bir kısmını kopartarak da olsa becerdim.. 

Böyle sakarlıklarım hep vardır ve burada da, gereğini daha başlarken -çok şükür- yerine getirmiştim..

Hava biraz soğuk olsa da günlük güneşlikti ve bu durum beni oldukça rahatlatıyordu doğrusu..


Motorumuzu çalıştırarak marinadan çıktık ve kısa bir mesafe motorla devam ettikten sonra (Ki bu gerekli bir şartmış.) yelkenleri devreye sokarak seyrüsefere başladık..





Marinada -haliyle- durgun olan denizin daha Kalamış Koyu içindeyken bile bayağı dalgalı, rüzgarın da sert olduğunu ve de giderek bu durumun şiddetlendiğini gördük..
Bu durumu ben de görüyordum ama, -denizle irtibatı vapurla karşıya geçmekten öteye gitmeyen biri olarak- pek bir anlam veremiyordum; ancak kaptan, böyle giderse daha sonraki derslerin yapılamayacağını bile söyleyince, durumun kritikliğinin farkına varmış oldum..

Hoca ve acemi ötesi “yaşlı bir çekirge”den ibaret- biz kahraman denizciler, şu azgın denizle (Kalamış Koyu!!) boğuşmaya karar vermiştik ve ne pahasına olursa olsun bunu başaracaktık..


Kah Fenerbahçe Burnu'na yöneliyorduk, dönüp, kah Moda Burnu'na.. 

Teknenin bir yanı suya gömülüyor, öbür yanı benimle birlikte havalanıyor; kırılan dalgalar yükselip, zavallı bedenimi sırılsıklam ediyordu..

Üzerimdekilere güvenip, Akademi'de verilen, su geçirmeyen özel giysileri salakça bir cesaretle (Siz tembellik de diyebilirsiniz.) giymek istemeyerek, öylece tekneye gitmeyi istediğim şimdi aklıma geliyor, beni orada ikna eden hocama dua edip, yüzüne minnet dolu bir ifadeyle bakıyordum..

Hoca, kıç tarafta dümen ve ana yelkeni idare ederken, ben başa yakın konuşlanıp, 'flok' denilen yelkeni kontrol ediyordum.. Ama ne kontrol etmek!.

Flok, teknenin hızını sağlayan öndeki yelkendi ve önemi büyüktü.. 

Kaptan teknede yön değişikliği yaptıkça, benim de flokla 'tramola' denilen işlemi yapmam gerekiyordu.. Daha doğrusu, teknedeki her işlemde olduğu gibi, birlikte ve 'senkronize' yapmamız gerekiyordu..

Kaptanın "alesta tramola" komutuyla başlayan ve birçok kez yapılan bu işlemi başlangıçta çok acemice yapabiliyordum.. Ancak sonrakilerde işi daha bi kavrayarak daha ustaca yaptığımı söyleyebilirim..
Bu arada, şiddetli dalganın da etkisiyle ben gariban, teknede dengede kalmakta zorlanıyor, bir iskele, bir sancak yuvarlanıp duruyordum.. Hatta bi ara öyle bir savruldum ki içimden: "Bu sefer kesin denizdesin oğlum.." diye geçirdim..

Neyse ki, denize düşmeden ve 'bumba' denilen sürekli hareket halindeki ana yelkeni taşıyan koca kalası kafama yemeden idare ediyordum..
Ancak, benim bu sağa sola -umarsızca- yuvarlanmalarımdan hocam çok etkilenmişti.. Sürekli nasıl olduğumu soruyor, perişan halime samimice üzüldüğü her halinden anlaşılıyordu.. İstersem hemen marinaya dönebileceğimizi de söylüyordu ama, benim bu maceradan kaçmaya hiç niyetim yoktu..

Bu işten o kadar çok keyif alıyordum ki, kendimi, denizcilik ile ilgili filmlerin, hikayelerin kahramanlarından biri gibi görüyordum..
Kalamış Koyu'nun, benim gözümde azgın dalgalarla devinen bir okyanustan hiç farkı yoktu.. 

Evet.. Evet.. Komik ama öyle..

Arada bir Fener’e ya da Kurbağalıdere'nin (Siz ona ‘boklu dere’ de diyebilirsiniz.) ağzına bakıyordum.. 

Fakat fark ettim ki, sadece bakıyordum.. Zira, tekneye bindikten itibaren yalnızca denizi, yelkeni ve rüzgarı görüyor, dinliyor ve düşünüyordum.. Aklımda başka hiçbir şey için yer yok gibiydi..

Belki de böyle bir tecrübeyi ilk kez yaşamaktan kaynaklanan bir büyülenme içindeydim.. 

Hocamın da dediği gibi, bu 'hareketli' deniz durumu benim hem şanssızlığım, hem de şansımdı.. 
O, daha ilk derste denizin bu haliyle karşılaşmamdan üzüntülüydü: "Sana yelkeni bu şartlarda tanıtmak istemezdim.. Ama öte yandan büyük bir tecrübe yaşadın.. Denizi hiç böyle göremeden, kursu tamamlayanlar var.." gibisinden konuştu.. 
Nedense, kendimle gurur duydum..

Her Masal Biter

Bu dersle sadece 'yelken kokusunu' değil, rüzgarın kokusunu, sesini, dalgaların da tadını ve tuzunu hissetmiştim..
Şimdiye kadar denizde huzurla süzüldüğünü gördüğüm yelkenlilere bakıp: "Ne kadar spor?." deyu düşünürken, -bizzat yaşayarak- yelkenciliğin, tüm bedenle ve beyinle yapılan basbayağı bir spor olduğunun farkına varmıştım..




Karaya ayak bastığımızda, midem ağzımdaydı, yorgundum ve her yanım darbelerden ağrımaktaydı; ama beri yandan, ayaklarım yerden kesilmişçesine mutlu, aya ayak basıp dünyaya geri dönmüş bir astronot kadar dingin bir ruh halindeydim..