25.4.08

Festivalin Ardından - II


Festivalin kitapçığını edindikten sonra bir sürü filmi işaretleyip, daha sonra da eleye eleye gideceğin film sayısını kuşa çevirirsen olacağı buydu Numan efendi..
'68 ve Mirası' bölümünden, daha önce yazdığım gibi beş değil dört filme gitmişim..
Daha doğrusu, Delicatessen'in bölümünü şaşırmışım..

Her neyse, işte geriye kalan son üç filmden bende kalanlar:

El Topo / Köstebek

Farklı, radikal, sıra dışı, inanılmaz, çarpıcı, derin, şok edici.. 


Herkes gibi ben de gördüğüm filmlerden bazılarını bu veya buna benzer sıfatlarla değerlendirmişimdir.. 
Fakat, Meksikalı Alejandro Jodorowsky'nin bu 'acayip' filmi, tüm bu sıfatların hepsini ve de en hakikisini hak ediyor..

1970 yılında yapılmış bu filmin anlattığı hikayeyi festival kitapçığının yazdığı gibi: "Siyahlar giymiş vahşi silahşor El Topo, bu kinayeli western filminin ilk yarısında, yanında çıplak oğluyla birlikte dört silah ustasına karşı ölümcül bir savaşa girer. Filmin ikinci yarısında ise bu sefer bir yeraltı topluluğuna katılır, huzur ve barışa giden yolları öğrenir." şeklinde anlatırsam belki kafanızda bir şeyler canlanabilir ama böyle yaparak filmin size yüzde onunu bile tarif etmiş olamam.. 

Bu filmi eğer görmediyseniz -ulaşmanız oldukça zor ama- bi şekilde izlemekten başka çareniz yok..

Bir açıdan bakınca, 'western vari' bir film El Topo; öte yandan, öylesine sembolizmin dibine vurmuştur ki çık işin içinden çıkabilirsen..
Başka bir açıdan, klasik 'gerçeküstücü' sinemayı da aşan bir olağan dışılıkta ilerleyen bu filmi, belki, 'psychedelic western' terimi anlatabilir deyu düşünüyorum..

'Filozof sinemacı' olarak nitelendirilebilecek Jodorowsky'nin, filmi yönetmenin yanısıra, senaryosunu ve müziğini yazıp, başrolde de oynadığını -belki benim bilmediğim daha başka şeyleri de yaptığını- söyleyerek, bölümlere ayrılmış yapıtı -hafiften- bir irdeleyelim:

"Köstebekler devamlı yeri kazarlar güneşe kavuşmak için fakat güneşe kavuştuklarında kör olurlar." İfadesiyle -adına layık- açılan film, bir 'kutsal kitap' misali sayfa sayfa önümüze konur..
Girişin ardından gelen 'Peygamberler' bölümünde El Topo (Kendisine bir nevi 'İsa Peygamber' denebilir mi?) önüne çıkan / çıkarılan engelleri bir bir aşar..
Ondan kâh bir şeyler götüren, kâh ona bir şeyler öğreten süreçte- farklı özelliklere sahip dört peygamberi dahi bi şekilde öldürür.. Ama şeytanı asla!.

'Mezmurlar' bölümünde, hor görülmüş, itilmiş, medeniyetten soyutlanmış ve bu nedenle 'sakat' kalmaya mahkum bir insan topluluğunun kurtarılması anlatılır.. 

'Kurtarıcı' bunu, her türlü göz kamaştırıcı unsurlardan azade, 'saf bir aşk' içinde yaşarken gerçekleştirir.. Hem de, dünya nimetlerinden azami ölçüde yararlanmayı bilen, ancak yozlaşmış, 'modern' bir toplumu kullanarak..

Ve son olarak, özgürlüğün keskin ışığında gözleri kamaşan ‘kurtulmuş’ insanların kurtarıcıya ihanetleriyle ve tüm insanlığın birbirine girmesiyle 'Mahşer' yeri / bölümü oluşur..
Kısa da olsa uzun da olsa- bütün bu irdelemeler El Topo'yu anlatmakta yetersiz kalmakta deyip, bir sonraki filme geçiyorum efendim..


9  /10




Delicatessen / Şarküteri

Jean-Pierre Jeunet ve Marc Caro'nun beraber yönettikleri, 1991 yılı yapımı bu Fransız filmi, sinemalarımızda -çeşitli zamanlarda- çok gösterildi.. Ancak çok istediğim halde bugüne kadar izlemek bir türlü kısmet olmamıştı..
İşte o gün bugündü ve yılların bu film hakkında bende oluşturduğu büyük beklentilerle birlikte karanlık salondaki yerimi aldım..
Hemen söyleyeyim ki filmi beğendim.. Ancak -dediğim gibi- o büyük beklentiler artık beni nasıl şartlandırmışsa, salondan belirgin bir tatminsizlikle ayrıldığım da bir gerçek..

Film öncesi, yönetmenlerden -sanırım- Caro'nun iki kısa filmi gösterildi.. 

Rexx' in sürekli problemi olan aşırı volümden kulak zarlarım içe doğru çökmek suretiyle deforme olurken, zevkle izledim bu filmleri.. 'Kısa' olmalarına içtenlikle şükrederek tabii..

Bu arada, bu salonda festival boyunca görevli olan hatun kişiyi anmadan geçmeyeyim.. 

Kitlelere seslenmek hususunda içinde gürül gürül bir ateşin yandığını hissettiğim bu kişi, bizlere hitap etmek için hiçbir fırsatı kaçırmadı..
Daha önce, 'Zabriskie Point' başlamadan önce, filmin halinin iyi olmadığını, her an kopabileceğini, bu sebeple bağırıp çağırmadan uslu uslu beklememizi öğütleyen bu hanım, bugün de, bu kısa filmlerin Türkçe altyazılarının olmadığını, bu nedenle infial yaratmamamızı uygun bir dille ama bir öğretmen edasıyla hatırlattı..

Filmleri izleyince, bu uyarının hiçbir gereği olmadığını, çünkü filmlerin konuşmasız olduğunu gördük ve güldük..

Filme kısaca değinirsek: Yönetmenlerin sonraki diğer filmleri 'Kayıp Çocuklar Şehri' ve -kısa adıyla- 'Amelie'de belirgin bir özellik olarak göze çarpan, 'masalsı' bir durum bu filmde de görülüyor..


Zaman, tam anlamıyla yokluk zamanıdır.. Küçük bir paketteki mısır taneleri ya da buğdaylar para yerine geçmektedir.. Halk, büyük bir oranda yoksulluk çekmektedir ve 'açlıktan ölmemek' tek hedefleridir.. Elbette her dönemin tuzu kuruları bulunur.. Bu dönemin ve bu çevrenin kasabı da onlardan biridir..


Kasap efendi, altında dükkanının da bulunduğu apartmanın sahibi ya da bir nevi kralıdır..
Bu meşum apartmanın bir dairesinde kendisi, birinde sevgili kızı, diğerlerinde de her ferdi tuhaf ötesi tiplerden oluşan insanlar yaşamaktadır..
Bir gün, kasabın eleman / et ilanına cevaben eski bir palyaço apartmana gelir ve inanılmaz, akıllara seza 'Şarküteri Sirki', kadrosunu toparlamış olarak gösterisine başlar..

7  /10






The Fall / Düşüş
Bu yılki festivalin benim için bu son filmi, adeta kadayıf üstüne kaymak gibiydi..


Yönetmen Tarsem Singh'in 2006 yılı yapımı filmi, her şeyden önce, 'görsel şölen' olarak tarif edilen tanımın tam karşılığı olarak perdede arzı endam ediyordu..
Dünyadaki doğal ya da insan elinden çıkma hemen bütün 'akla ziyan' güzellikleri set olarak kullandığı anlaşılan filmin 26 ülkede çekildiği biliniyor.. 

Yani The Fall, ‘hiçbir masraftan kaçınılmamış’ denilen filmlerden..

Yapıt, 1920' li yıllar Los Angeles'inde bir hastanede yatan genç bir adamla, küçük bir kızın -bu şirin kızın gözüyle bakarsak neredeyse aşk denebilecek- arkadaşlıkları ve muhabbetleri temeline oturuyor..


Adam, sevgilisi yüzünden gönlü, bir kaza yüzünden de bedeni kırık, yatağa mahkum ve bütün bu nedenlerden ötürü de intiharı düşünen bir dublördür.. 

Omuzu kırık kızımız da, İngilizce’yi pek iyi bilmeyen bir göçmen çocuğudur ve elinde -kendince önemli şeyleri sakladığı- kutusu, çocukça bir merakla hastaneyi dolaşmaktadır.. 
İşte yine böyle bir hastane gezisi sırasında genç adamla tanışır..
Adam -biraz da- kendisine ilerde ‘el-ayak’ olması amacı güderek, kızla arkadaşlığı ilerletmek için bir hikâye uydurur ve ona anlatmaya başlar..

Aynı zalim adamdan farklı zulümler görmüş beş ayrı kahramanın o adama karşı birleşerek intikam almalarının -arada komik de olan- fantastik hikâyesidir bu.. 

Müthiş görkemli görüntülerle seyirciye sunulan bu hikayeye, küçük kız da dahil, oğlanın tüm yaşantısı rahatlıkla girip çıkar.. 
Ve bu, sonuçta iki arkadaşın birlikte yaşayıp, duygulandıkları ortak bir öykü halini alır..

Bu bir açıdan- 'fantastik macera' filmi, özellikle sonlara doğru öyle yoğun bir duygusallığa yöneldi ki –neticede- festivali ağlayarak bitirmeme neden oldu.. 
Oysa o kadar da kendimi tutmuştum..

Her şeyi geçtim, sırf, Catinca Untaru adlı minik kızın doğal oyunculuğu için görülebilecek bir film idi bu.. 
Kıza mı hayran olayım, yoksa onu böylesine 'oynatabilen' yönetmene mi saygı duyayım?. Bilemedim..

Sonuçta tüm filmi, adeta bir lunaparkın büyüleyici 'harikalar tüneli'ne, kâh girip, kâh çıkarcasına izledim.. 

Tuhaf olanı, içersi kadar dışarısı da harikaydı..

10  /10