9.2.08

Son Ders :: Hayatta Hiçbir Şeyin Garantisi Yoktur


12 Mart -intikamcı- zihniyetinin Denizler’i katletmesinin üzerinden henüz pek az bir zaman geçmiştir.

Bir ayrılık:

Yağmurlu bir gün, ağaçlık bir yer.. Polis tarafından aranılan devrimci genç Hakan, kendisiyle birlikte başının yanmasını istemediği biricik aşkı Sevim'e, şimdi ayrılmalarının en doğru yol olacağını, gözyaşları içinde anlatmaktadır.
Ne genç kızın, ne de genç erkeğin aklının alabileceği ya da varlığına alışabilecekleri bir gerçektir ayrılık.. Sadece kahredici bir zorunluluktur yaşanan..

Bir sözleşme:


Kırsal bir yöredeki bir evin etrafı polis tarafından çevrilmiştir. Evde bulunan beş solcu gence teslim olmaları için anons yapılmaktadır. 

Bu gençlerden biri de Hakan' dır.

Yirmili yaşlardaki beş arkadaş, polisin kuşatmasını bi şekilde aşmaya karar vermişlerdir. 
Bugün -belki de- birlikte oldukları son günleridir.. Az sonra herkes başka bir yöne doğru kaçışacaktır..

Belki 20, belki 30 sene sonra -eğer hâlâ hayatta kalmışlarsa- yeniden bir araya gelip, yaşadıklarını paylaşmak üzere sözleşirler. 

Ve beş idealist genç hızla fırlayarak, kendilerine ne göstereceğini o gün asla bilemeyecekleri geleceklerine doğru koşmaya başlarlar..

Bin pişmanlık, bir dönüş:


Hakan, kapağı attığı İsveç'te izini kaybettirmeyi başarmış, akademisyen olmuş, yeni bir hayat kurmuş, evlenmiş, çocuğu olmuştur. 

Değişik adlarla yazdığı kitaplarla da -polisin deyişiyle- gençlerimizi zehirlemeyi sürdürmüştür..
Ancak, zamanın başımıza ne getireceğini hangimiz bilebiliriz ki?.


Hakan, amansız bir hastalığın pençesine düşmüştür ve doktorunun "sayılı günlerini hayatın güzelliklerini yaşayarak geçir" mealindeki beylik sözlerine uyarak ya da uymayarak, yurdunun üniversite gençliğine "ders vermemek" üzere Saffet Ercan kimliğiyle geri döner.


Otuz yıl sonraki bu gelişin en önemli sebebi, uygulamak zorunda kaldığı için onlarca yıl kendine kahrettiği o -yukarıda bahsedilen- ayrılık kararıdır. 

Tek dileği, o gün oracıkta, çaresiz bir durumda bıraktığı biricik aşkı Sevim'i bulup, ona -iş işten geçmiş de olsa- ölümsüz aşkını haykırmak, ömrünü karartan, rahat bir nefes almasını dahi zorlaştıran o pişmanlığını biraz olsun hafifletmektir.. Ondan sonrası için ise zaten hazırdır..

Asıl öğretmen hayattır:


Alışılmış öğretmen profilinden çok uzak Saffet Hoca'nın amacı, -bu kısa süreçte- mevcut eğitim sisteminin dışına çıkarak öğrencilere özgür düşünmeyi, sorgulamayı öğretmektir.
Onlara, ders sözcüğünün, ceza, ibret ve sistemli öğretme gibi karşılıkları olduğunu ve bunların -sanılanın aksine- birbirleriyle -anlamlı bi şekilde- gayet ilişkili olduğunu falan anlatır. 

Bu anlamlara haiz "ders" kavramı Saffet Hoca'ya en azından ters gelmektedir. "Ben ders veremem, gerektiğinde hayat dersi bizzat insanın kendisine verir." der.
Ders vermeyecek bir hoca, tek derdi -nasıl olursa olsun- ders geçmek olan öğrenci için hiç de kolay kabul edilecek bir durum değildir.
Önceleri -haliyle- tepkiyle karşılanan Saffet Hoca, zaman içinde okulun tüm öğrencileri tarafından tanınır ve pek sevilir.

Dramı komediyle harmanlayan Son Ders, yukarıda anlatmaya çalıştığım Saffet Hoca (ya da Hakan) merkezli çok yönlü hikayesinin yanısıra, daha pek çok -eski ya da yeni- karakteri, hikayeyi de içinde barındıran çok "zengin" bir yapıt.
Önünde saygıyla düğme iliklenecek bir senaryonun yaratıcısı olan ve aynı zamanda Iraz Okumuş'la birlikte -neredeyse- kusursuz bir yönetimi de paylaşmış Uğur Yağcıoğlu' nun daha ilk sinema filmindeki bu başarı, göz kamaştırıcı.





Saffet Hoca rolünde Ferhan Şensoy'u izliyoruz. Adını afişte görenlerin hemen aklına gelebileceği üzre, bu film "bir Ferhan Şensoy filmi" değil.
Senaryo ve yönetimle bir ilgisi olmayan, -her ne kadar repliklerinde kendine has vurgulamalar hissedilse de- sadece oyuncu olarak filme katkı yapan usta sanatçı, rolünün hakkını layıkıyla veriyor.
Öte yandan, kadroda yer alan hangi oyuncu zaten başarılı olmamış ki denebilecek, üst düzeyde bir oyunculuk ve bunu sağlayan bir yönetim söz konusu bu filmde..





Diğer rollerdeki -özellikle- genç oyuncular için söylenecek tek söz, “harika” olmalı. 

Bu gençlerden biri olan, aynı okuldan “çevreci” bir kıza olan müzmin platonik aşkıyla yanıp tutuştuğu halde bir türlü açılamayan Ulaş rolünde Kaan Urgancıoğlu, Türk Sineması' nın nedense bir türlü giderilemeyen -bunun nasıl bir ihtiyaç olduğunu da naçizane kafamın hiç basmadığı- jön ihtiyacına bir yanıt olarak karşımızda durmakta.
Bu arada, Ulaş'ın taze aşkıyla, Saffet Hoca' nın küllenmeyen sevdasının ilginç bir şekilde kesişmeleri ve bu durumun -aslında birbirlerini andıran- bu iki erkeğin kaderlerini de etkilemesi, filmin en çarpıcı ayrıntıları arasındaydı.

Filmin bahsedilmeyi hak eden daha çok oyuncusu var. Ancak Son Ders'in komedi unsurunu oluşturan günümüz üniversite gençliğinin bir üyesi rolündeki Durul Bazan'ı (Elbette senaristin hakkını da vererek) anmadan, hatta -filmdeki hallerini düşününce- kahkaha atmadan geçmek olmaz.


Hayatı gırgırla yaşamanın felsefesini yapan, evrenselliği hiç bitmeyecek kadın-erkek ilişkilerindeki sorunlar ve sorulara -kendince- cevapları olan; önceleri: "Kadınlar kendilerini güldüren erkekleri sever" derken, sevgilisi tarafından aldatıldığında çark edip: "Kadınlar kendilerini güldüren erkekleri ağlatırlar" diyebilen bir "filozofik lümpen" kişi..

Yetmişli yıllardan bunca yıl sonra bile, "insanı zorla anarşist yapası" bu devletin ve polisinin "yoldan çıkan" gençler hakkındaki anlayışının dirhem değişmediğini de gösteren filmin, genelde pek yumuşak görünen genel havası zaman zaman sıyrıldığında, altta fark edilen bu gayet sert eleştirel taraf, Son Ders'i doğrusu pek sağlam kılıyor..

"Kafanda bir şey varsa o gün onu yapmalısın. Yapmayıp ertelersen aslında hayatı ertelemektesin" gibisinden “bildik” bir ana fikirden yola çıkan; sürekli, dramdan komediye - ustaca- geçişlerle ilerleyen güzel bir kurguya sahip; kahramanlarıyla birlikte kah hüzünlenip ağladığım, kah kahkahalarla güldüğüm, sinemada -benim için- bu yılın ilk önemli sürpriziydi Son Ders..





Bir yanda yetmişli yıllarda ülkeyi -canı pahasına- kurtarmaya çalışan bir üniversite gençliği, diğer yanda şeyinin keyfini en ekonomik bi şekilde yaşamak için kafa patlatan günümüz gençliği..
Aslında bugün düşününce, ikisinin ortasını bulabilmekmiş en doğrusu gibi geldi ama bilemiyorum..